Şiir ve roman yazarı olan Edward Albee, Who's Afraid of Virginia Woolf isimli üç perdelik ilk oyunu ile sanat dünyasında büyük yankı uyandırmış ve bu oyun 1962'de ilk kez sergilenmiştir. Bu gösterimden yalnızca 1 yıl sonra aynı oyun Türkiye'de Kenter Tiyatrosunda "Kim Korkar Hain Kurttan?" olarak sergilenmeye başlamıştır. 2013 yılında ise Oyun Atölyesi tarafından sergilenmeye başlayan oyunu Hira Tekindor yönetiyor. Oyuncuları ise Tardu Flordun, Zerrin Tekindor, Nilperi Şahinkaya ve Şükrü Özyıldız.
Özellikle isminde Virginia Woolf'un geçtiği bu tiyatro oyununu fazlasıyla merak ettim. Oyun öncesinde hakkında bilgim olmayan bu eser üzerine birkaç araştırma yapıp oyuna gittim. Yaptığım araştırmalara göre, savaş sonrası Amerikan kültürünü eleştiren oyunlarıyla yankı uyandıran yazarların önemlilerinden biri Albee. Hatta bu sebeple eserleri ne kadar ilgi uyandırırsa uyandırsın ödül alamamış. Gerçek adı "Who's Afraid of Virginia Woolf?" olan oyununun ismini, bir İngiliz tekerlemesi olan "kim korkar şişman kurttan" üzerinde ufak bir kelime oyunu yaparak meydana getirmiş. Hikayede vurgulanan kadın erkek rollerinin birbirinin yerini alışı ve karakterlerin özellikleri hakkında oyunun isminden ufak bir tüyo vermiş böylece. Bunu gerçekleştirirken de öncelikle Virginia Woolf'un eşinden izin almayı ihmal etmemiş Albee. Oyunun gerçek adının yerindeliğini düşününce Türkiye'de de keşke bu şekilde sahnelenseydi dedim kendimce. Martha'nın "Ben toprak anayım." haykırışına ne de yakışırdı. Tabii Türk kültürünün ataerkil yapısına uyarlanışı konusunda sıkıntı çekilmesi muhtemel olurdu o zaman.
Öncelikle genç yönetmen Hira Tekindor büyük bir tebriği hak ediyor ortaya çıkardığı bu işle. Yaşının ve soyadının çok ötesine geçen bir yetenek olduğunu kanıtlamış "Kim Korkar Hain Kurttan?" ile. Hikayenin kültürümüze uyarlanışı, modernitenin kadın-erkek rollerini yeniden biçimlendirişi ve aslında modernitenin etkisi altına giren tüm hanelerin içini perdeye yansıtışı açısından cesur bir oyun ortaya koymuş. Verilen emekler 3 perdeye de yansıyan ve durmak bilmeyen enerji ile kendini gösteriyor.
İlk perde, Martha ile kocası George'un birbirini acıtıcı esprilerini yansıtarak açılıyor seyirciye. George, Martha'nın babasının başkanı olduğu üniversitenin Tarih bölümünde öğretim üyesi. Martha'dan 6 yaş küçük ve uyum sağlamaya meyilli bir karakter. Martha ise tutkulu bir kadın. Tutkulu, çekici ve havalı. En önemli özelliği ise mükemmeliyetçi olması. George'un hırslı bir yapısı olmadığına inandırmış kendisini. Kocasını sürekli aşağılamakta olan Martha, aynı zamanda elde edemediği bir şeyin değerini gözünde fazlasıyla büyütmekte olan bir karaktere sahip. Bu orta yaşlı çiftin her ne kadar atışmalı bir iletişimleri olsa da onları tanıdıkça birbirlerine sıkı şekilde bağlı olduklarını görüyoruz. Buna inandıktan sonra atışmalar hoşumuza bile gitmeye başlıyor. Albee'nin trajedi ve komediye bakışı kendini gösteriyor bu sahnelerde. Albee için komedi ve trajedi birer uç nokta olmamalı aksine her ikisi de bir hikaye içinde var olmalı ve denge sağlamalıdır. Oyunun diğer karakterleri ise genç çift Nick ve Honey. İki çiftin yolu üniversite adına verilen bir partide kesişir ve Martha fiziksel olarak çekici bulduğu Nick'i eşiyle birlikte partiden sonra eve çağırır. Böylelikle her iki çiftin de kamufle ettiği değerleri yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar.
İkinci perde kafa karıştırıcı biraz. Ahh George, sen çılgın bir adamsın! Neler kurdum kafamda belli değil. Hayal ettiklerimle hikayenin sonunun alakası yok orası ayrı. İyi midir bu durum derseniz, aslında pek iyi olmadı derim. Çünkü insan hep en uç noktayı hayal ediyor hal bu ki tiyatro özümüzün perdeye yansıyış halidir.
Üçüncü perde "sır"...
Üçüncü perde "sır"...
Ahh Martha...
Kadın erkek ilişkilerinin üzerine söylenecek ne kadar söz varsa Martha karakteri üzerine söylenecek daha çok söz var. Ama bir "kes" uyarısı ile geri teper tüm cümleler. Feminist bir yansıyış Martha karakteri. Her kadının içerisinde Martha'dan bir parça vardır elbet. En alttan alanında bile... Güç çok önemli bu durumlarda. Ama şu bir gerçek, kadın istediği kadar ezici güce sahip olsun, duyguları ve zayıf noktaları onu asla terk etmiyor... Ahh Martha.. George seni neden bu kadar sevdi dersin? Sen "üzücü"sün. Ama çekicisin, açık sözlüsün, bir sonraki adımını tahmin etmek sevgilin için hiç zor değil, zekisin ve en önemlisi iç sesine ortak ediyorsun.. Belki de tek şanssızlığın o kırmızı gözlere sahip baban ve onun sahip olduğu statüdür kimbilir?
Zaman - Mekan
Oyun zamansal olarak saat 03.00 ile güneşin doğuşu arasında kurgulanıyor. Bu yüzden olay hikayesinden çok durum hikayesi diyebiliriz. Mekan olarak ise bir evin salonu kullanılmış. Dekor başarılı uygulanmış. Martha'nın deyişiyle "Ev değil ahır." (En çok güldüğüm sahnelerden biriydi. Hala gülüyorum.) Dağınıklığı sanki evdeymiş gibi hissettiriyor insana. Salonun yan tarafındaki bar da oyun için çok önemli bir yer tutuyor.
Müzik
Oyunun müziğine hayran kaldım, hayran kalacağımı da biliyordum. Çünkü Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa oyunundan tanıdığım Orhan Enes Kuzu yapmış müziğini. Öncesinde haberim yoktu tam oyuna girerken gördüm ismini afişte ve iyi bir selamlama oldu, güven verdi bana. Müzik, oyunun son perdesinde seyirciye kendini belli edecek olan dramı yansıtan başarılı bir çalışma olmuş. Aynı zamanda tüm o atışmalar arasında nefes oldu seyirciye. Hala oyundan sahneler gözümün önüne geldiğinde arkasından fon müziği olarak kulağıma çalınıyor müzik. Ortaya konan emek ne kadar büyükse unutulmasını da o kadar imkansızlaştırıyor işte.
Zerrin Tekindor oyunun ilk okumasında yaptığı röportajında "Martha'yı oynamadan tiyatroyu noktalasaydım gözüm arkada kalırdı." diyor. Ben de ona teşekkür ediyorum. Zerrin Hanım Martha'yı sizin gibi usta bir oyuncudan izlediğim için müteşekkirim. Oyun çıkışında bir kaç seyirci olarak kendisine tebriklerimizi ilettiğimizde mütevazı duruşuyla ve içten sohbetiyle gönlümüzü yeniden fethetti. Oyun hakkında çok ufakta olsa konuşabildik. Muhteşemdiniz dedim kendisine, kendisi ise "Metin çok sağlam bir metin Edward Albee'nin kaleminden." dedi. Buradan tekrar söylemek isterim Zerrin Hanım gurur duyduk... Tardu Flordun'a ise ayrı bir hayranlığım vardır zaten. İlk kez izledim tiyatro sahnesinde kendisini ve perde geçişlerinde bile duyguyu bıraktığı yerden devam ettirdi. Hayranı olmama rağmen kendisini oyunun içerisinde kaybettim. Tardu Flordun yoktu artık orada, George vardı. Aynı şekilde Nilperi Şahinkaya ve Şükrü Özyıldız'ı da ilk izleyişimdi. Nilperi oyunun nabzını öyle bir yükseltiyordu ki bir ara ortalıktan kaybolduğu sahnelerde kendisini görmek istedim. Şükrü Özyıldız'ın ilk sahnelerde duygusunu tam alamasam da o da giderek durgunluğunu attı üzerinden.
Hani kimi oyunlar olur da ben onu izledim diye gururlanırsınız ya, Kim Korkar Hain Kurttan? 'da öyle değerli bir oyun. Çevirisinin başarısıyla su gibi akıp giden karakter akışları, oyunun nabzını seyircinin nabzıyla bütünleştiriyor ve son perde kapanırken hüzünleniyor insan.. En kısa sürede Oyun Atölyesi'nin gişesine uğrayın derim. Böyle değerli bir oyun böyle usta oyuncular tarafından sergilenmekteyken kaçırmanız sonrasında pişmanlığa neden olacaktır.
Hikayenin bana yansıyan kısmı..
Bilinenin aksine bazen iki kişinin bildiği sır onları gemici düğümünden bile sıkı bağlar birbirine. Hele de bu sır üzerine bir hayat inşa edilmişse, o hayatın devamı için iki tarafın çok daha dikkatli davranması gerekir. Bu yapı bir enkaza dönerse, durumdan kurtulmak bir yana, onun üstüne yeni bir yapı inşa etmek imkansızdır artık. Çünkü asla temeli sağlam olmayacaktır. Martha ile George'un hikayesi de böyleydi işte. İzlerken sıra dışı gördüğümüz şeyi aslında bizler kendi evlerimizde yaşıyoruz. Tek farkı ise ilişkilerdeki rollerin iç içe geçme sınırı. Bazen öyle büyük yaralar açılıyor ki ruhumuzda yara bandı olarak birbirimize kenetleniyoruz. Çılgınca şeyler yapıyor ama bunu kapı komşumuza belli etmiyoruz. Kenetlenip oluşturduğumuz o şeye "aile" diyoruz işte. Dile kolay, ruhun sürekli evrilmesini sağlayan bir kurum aile. Eğrisi ile doğrusu ile bir düzen tutturup gidiyoruz. Aile Terapisinde öğrendiğim çok önemli bir şey vardı, hocamız sorunlu bir aileyle karşılaştığımızda aralarındaki düzeni yıkmadan bir durup düşünmemizi, eğer bu düzeni yıkarsak temelinden tekrar bir düzen inşa etmemiz gerektiğini söylerdi. Martha ve George'u izlerken bu geçti aklımdan. Evet terapiye ihtiyaç duyan bir ilişkileri vardı ama ölümcül değildiler. Çünkü bulundukları duruma sitem etseler de 3. perdeye kadar isyan bayrağını henüz çekmemişlerdi.
Hayal gücü günü kurtaran muhteşem bir şey. George ile Martha'nın yıllarını kurtardığı ise aşikar. Fakat hayal kurmanın sınırını aşarsak kendi ellerimizle bir kafes yaratırız. Eğer buna tek şahit taraf kendimizsek profesyonel ellere mahkum oluruz. Eğer bu oyunu iki kişi kurduysa sır bozulana kadar kafes yaşayan bir ev olur iki taraf için.
İnsan en çok en zayıf noktasından korkar;
kamufle edemediği en zayıf noktasından...
kamufle edemediği en zayıf noktasından...
Ah Martha, ben de çok korkuyorum o hain kurttan
Ne de çok aynıyız...
Ne de çok aynıyız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Zaman ayırdığınız için teşekkürler.
Yorumlarınızı beklerim.