22 Nisan 2020

".. çünkü sırf güneş geceyi sevmedi diye ay doğmayı bırakmaz"



Geceyi severdi, küçük balkon kuşu. Balkonunda ışıkların şımarık oyunlarını izler, geleceğe dair hikayeler yazardı. Aslında geçmişine dair yazacağı çok fazla şey olmasına rağmen hafızası asla iyi olmadığı için geleceğe, yeniliğe açardı kalemini. O zamanlar fark etmiyordu ama geçmişle tüm bağını koparmayı başaran bir süper güce sahipti. İlk başlarda farkında değildi bunun, farkında olmaya başladığında kendi yüzüne ne kadar nankör olduğunu söyleyip vurup kafayı yatardı.  Uyku tutmazdı geceleri, kendine kızardı, -Nasıl yapıyordu bunu? insan hiç geçmişini unuturmuydu? Arkasında ne vardı bu şımarıklığın? Kim yardım ediyordu?- asla anlayamamıştı. 



Nankörlük gibi gözüken bu gücün lehine işlediğini  çok sonradan 30 lu yaşlarına bastığında anlayacaktı.


Geceye kavuşma hissi, her biten gün sonrasında güven yüklüyordu - güya güçlü olan- kalbine. Onu tek rahatsız eden şey güneşin batarken gösterdiği kör edici kızılıydı. Evrenin en parlak yıldızının, güneşin, ışıkları kapatınca havası sönen geceyle bir derdi vardı belli ki. Yan apartmanın çatısına güle oynaya yaklaşıp hızlıca batarken, tüm hıncıyla sızlatıyordu içini bizim küçüğün.. Her batışta ağlamaklı oluyordu, terk edilmişliği hatırlatıyordu ona güneşin çatının arkasından kayboluşu. İlk terk edilişini.. Hiçliğini, görünmezliğini, amaçsızlığını ve bir günün daha ne kadar boş geçtiği dank ediyordu kafasına.  Bazen bu ana şahit olmamak için öğlenden geceye kadar uyurdu. İyi hissettirmeyen anlardan kaçmayı çok iyi başarırdı. Belki de hafızası bu yüzden onunla birlikte değildi. O evreyi uykuyla atlatıp çok sevdiği ay ışığına kavuşunca yine geleceğe dair düşlerini coştururdu. Mesela baktı ki çok sevdiği ama ilerde canını yakacağını bildiği bir şey girdi hayatına, alay ederdi o şey her ne ise ve onu gururla yenerdi. Yine en sonunda kendinden uzaklaştırmayı başarırdı. Kendince çok akıllıca bulduğu bu kurtuluş yöntemiyle kazandığı zaferden sonra yine k.çının üstüne oturup aptalca üzülürdü.  



Sahi ne zaman keşfetmişti bu yöntemi? Bazı şeyler o kadar fluyduki...



Kendini kurtarış hikayelerinin her birinde yeni bir özelliği ile tanışırdı. Bazen severdi bu yeni özelliğini, kimsenin canını yakmadan kaçış fikirlerini gururla savunurdu. Bazen de kendisini tanıyamaz, acımasızlığından utanırdı. Ama bu utançtan daha kötüsünün çaresizlik olduğunu düşünüp kendini affederdi.

  -Bir yerde okumuştum bir insan ne yapmış olursa olsun kendisini 8 saatin sonunda affedermiş, çünkü bir tek kendisini arkasında bırakıp gidemez insan .- 

Çaresizlik kötü, çok kötüdür. Bilen bilir. Dibi uçsuz bucaksız bir çaresizlik, tüm umutları gölgede bırakacak kadar güçlüdür. Umut için ise zehirdir derler böyle zamanlarda. Umut çaresizlik ateşinin körükleyicisidir. Çünkü neyi umut edersen aslında o şeyin olmayacağını bilirsin; ya kuyunun dibindedir, bilinmezlik, karanlık, yerçekiminin verdiği inanılmaz güven seni caydırır uzanıp erişemezsin; ya da sen diptesindir, umut, yukarıdan gelip taşların arasından sızan yalancı bir gün ışığıdır ve sadece kandırır, şanslıysan kandırıldığını anlayıp yoluna bakarsın.

Şimdi o küçük  balkon kuşu büyüdü ve boş umutlara sarılan, güneşin parlatan filtresiyle sahte fotoğraflar çeken, yerçekiminin verdiği yalancı güvene kanıp sıradan bir hayat yaşayan, belirli günler ve haftalar kitabına göre karşısındakini önemli hissettirmeye çalışan insanlardan korudu kendisini. Samimiyetsiz hislerden, seçimlerden, yaşantılardan sıyrılarak ilerledi yoluna.  Hiçbir şeyi seçmedi, önüne geldiği gibi yaşadı ama  bir şeyi beceremedi, hafızasını sağlamlaştırmayı. Hissetmedi belkide, hep savunduğu motto doğru çıktı sanırım, Her anı, bir gün hafızada silinir geriye tek bir şey kalır, nasıl hissettirdiği. Bu aralar hissettikleri ise onu 4 sene önce balkonunda unuttuğu ay ışığına götürdü. Güneş geceyi hala sevmiyordu ama ay doğmayı bırakmamıştı, hala bıraktığı yerdeydi ve yine sakindi, yol göstericiydi. . Anlattım ona her şeyi. Ne halde gittim, nasıl sevdim, neden bir başıma kaldım, ne halde döndüm bıraktığım yere. Sonra eğildim önünde ve bundan sonrası için yalnızca dinginlik diledim.



Başlık: Muhteşem parça * Şanışer - Ne için Yaşıyorum




18 Nisan 2020

Nasıl gidilir?

Toprak olup da gidersin arkanda bıraktıklarının gözyaşı olur, o gözyaşlarıyla yeniden yeşerirsin.. Umut olursun, anı olursun, yeri gelir örnek olursun, gururunla gidersin.

Bi an gelir hiç arkana bakmadan gidersin, çarptığın kapının sesini bile duymadan, hissetmeden. En güzeli budur giden için, acısızdır, bomboş bir sayfa çoktan açılmıştır ve yeni kaleminin mürekkebine kavuşmayı bekliyordur.

Bazen de son kez gözlerine bile bakamadan gidersin.. Gitmek istemeyerek, yüreğini bırakarak gidersin. Geçmişini hiç tanımadığın, geleceği sana ait olmayan birini karanlıktan aydınlığa emanet ederek gidersin. Kendinden bile sakındığın her anını başka bir kalbe bırakarak gidersin. Buruk kalır ve hep buruk kalacaktır sol tarafın. Ama korkmazsın geride bıraktığının ne halde kalacağından. Çünkü zaten hiç var olmadığın bir yerden gitmenin acısını yine kendin çekeceksindir. 

Kolay değildir hiçbir gidiş, geri dönüşü de olmamalıdır. Çünkü birinden veya bir yerden gidişin hayattaki duruşunun en önemli göstergesidir. Hele ki karşındaki dünyada nesli tükenmekte olan naif insanlardansa ve gönlü gökyüzü kadarsa sorumluluğun daha da fazladır bu eylemde.  

Yavaş yavaş hissettirmeden, ama bir o kadar unutturarak.. Her gidişin acımasızlık olmadığını, zamanında verilen doğru bir radikal kararın günü geldiğinde bir çocuğun gülümsemesinden "şükür" olarak yansıyacak oluşunu anlatarak, üstüne düşeni yaparak gitmelisin işte..



17 Nisan 2020

Emanet bir can

Çanakkale 2014
Kayıp..

Bir  insan hep mi kayıp olur gündüzleri..

Geceleri göz kapaklarının arasında kendisini bulmaya da çok yaklaşır halbuki..

Ne acı..

Ne kadar acı yaşarsan yaşa şükretmeyi öğrenememek..

Hep bir zorluk seviyesi açılıyor sanki seneler geçerken..


Kırbaç gibi vuruyor ciğerlerime aldığım nefesler. Bazen de alamadıklarımın hayali kabusum oluyor kırbaçlıyor beni rüyalarımda..



Kendimi bensiz büyüttüm senelerce. Dile kolay 30 yıl. Hep içimde emanet bir can var gibi. Yemeğini verdim suyunu verdim, aksatmadım uykusunu. Tek bir şey çaldım ondan.. Yastığa başını koyup gözlerini kapadığı o "an"ı

Şimdi ondan aldığım o minik anlar için vicdanımı tekmeliyorum. Çok kısa da olsa mantığım eşlik ediyor bana kendime bunu yaparken.. Zaten mantığımın işi bu, öz eleştiri makinası, kural manyağı, terminatör. Ruhsuz. Ve daha ne kadar kötü sıfat varsa hepsi onun peşine takılabilir umrumda değil.

İnsan kendisinin sahibidir derler. Ben hiç sahip olamadım kendime. Bir sahip olsam, ah ne büyük bi nimettir.

Şimdi düşünüyorum. Yani saçmalıyorum kendimce işte. Hangisi gerçek "ben"im ?

O minik anlarda tanımaya çalıştığım küçük kırmızı şapkalı kız çocuğu mu? Sürekli maviye koşan, ağzına geleni söyleyen, hesapsızca seven, karşılığını almazsa arkasında bırakıp yine maviye koşan.. Hep koşan ama hiç yorulmayan.. Yoksa gün akarken kargaşanın içinde kaybolan o çürük dönemin yapay medeniyetini yüklenmiş dik duruşlu ama artık çizgilerini saklayamayan o yorgun kadın mı?

Hayır, ikisi birden tek bir bedene sığamaz asla. İkisi de o kadar farklı ki birbirinden. Bir yerde birleşmiyorlar ve hiç birleşemeyecekler sanırım.

Bunun için özel bir çabam da olmayacak. Çünkü kız çocukları bu dünyanın en kıymetli inci taneleridir ve daima korunmalıdır.

Bir türlü ızdırabını sevemediğim kendimin bir gün maviliklere ulaşması dileğiyle..

12 Mart 2016

Kasım'dan Sonra...



Karanlıktı şehir, yağmursuz, sığ ve karanlık. Masumiyet, vapura yetişirmiş gibi yapıp gerisinde kalan ukala martılara dönmüştü yüzünü. Çok daha temiz bir şeyi kıyıda bırakmış, sert bir dalganın yalanına kanmıştı. İşte yine o özgür martılar kazanmaya başlamıştı. Kahkahaları çok uzaklardan gelip kıyıda kalanların rüyalarına vuruyordu şimdi. İyi mi oluyordu böyle, geride kalanın rüyalarını da çalmak? Son radde olmalıydı bu diye düşündü güvercin ya da kelimeleri zift ile karalamak son çaresiydi bu hırslı martıların.

Şimdi öyle bir noktada ki benim kıyıda kalan güvercinim, sahteliğin içinde anlamını yitirirken, benliğinin hangi sınıra doğru yola çıktığından habersiz. Sınırlarını keşfederken, gücünün neye yetebileceğini bile bilmiyor. Kendisi hakkında bildiği tek şey, büyük ve dayanıklı kanatlarla dünyaya getirilmemiş olmasıydı. Ama buna rağmen idare etmeyi, iradesini savunmasını çok iyi beceriyordu. Belki de bu sebepten, sırf bu görünen gücü yüzünden bazılarının sinirine dokunuyordu. Oysa sadece kendine yetmeyi hedeflemişti, kendi yoluna ışık olacaktı. Hayatı boyunca bir şeyi hesaplayamamıştı, aynalara olan korkusu, sosyal benliğinin başka gözlerden yaradılışına sebep olmuştu. Hal böyle olunca, kendi benliğini pis hesaplara kurban etmiş ve acınası bir şekilde bunun hala farkında bile değildi.

Yumurtasını kırıp gözlerini açtığında güneşin hafiften sızan ışığı karışmıştı yeşiline, bir de en afillisinden göz kırpmıştı Mayıs'ın en güzel gününe. Oysa şimdi, hala bir türlü yakamızı bırakmayan kış, hepten çalmıştı güzelim yeşilini, üstüne de dünyanın en sıkıcı, kasvet kokan kahverengisini bırakmıştı yerine. Susuz kalmıştı şehir geçtiğimiz Kasım sonrasında, sıkıcı ve baskı altındaydı. Sürekli uykuya dönük yüzler, gözlerden akmayan yaşlarla kaybolmuş kelimeler, susturucu görevini üstlenmiş şehrin gürültüsüyle birlik olup duyguları yatağın altına terk ettiren sanallık.. Yoksa 27 sendromu bu muydu? Aslında bakılırsa bir güvercin için 27 çok sonrasıydı hatta büyük ihtimal ulaşamayacağı kadar uzağındaydı..

Ne zaman benim güvercini düşünsem umutla dolu cümlelere kaçırma vaktidir derim şu nazlı kelimeleri. Bu kuş parçası inanmıyor da olsa umut hala vardır kim bilir? Birgün kelimeler geri gelir, yağmur yağmasa da gelir belki yine duygular, mucizevidir ne de olsa dimi hayat? Sıradan geçen bir günün ardından yine huzuru tek bulabildiği yere, evine geri dönme vaktidir şimdi güvercinin. Martıların sahte kahkahasından, çalınan rüyalarından kendine pay çıkararak, usulca yönünü belirler ve güzel bir kalkış yapar, şansı yine yolunda ilerlerken bulacaktır onu. Rüzgar desteğini yine esirgemeyecektir.

Tek inandığı şeyi tekrar eder ilerlerken; dünyanın en iyi kanatlarına sahip olmasa da onu evine kadar götürebilecek kanatları olduğu sürece umudunu asla yitirmeyecektir.

21 Kasım 2015

Kırlangıcın Küskünlüğü


Bak yine geçiyor bir gemi, kocaman heybetli bir gölge sanki. Benim için belki bir kaçış, belki bir düş ama sadece bana ait, kimselere anlatamadığım, bütünüyle kalbimin karabasanı olmuş biçimsiz bir gemi... Her şeyiyle tanıdım onu. Ağır gidişlerini, bazen kalışlarını, bazen yönünü kaybedişlerini en çok da yerinde sayışlarını.. Aynadaki yansımam gibi.. Kafamdan gitmeyen sorular gibi.. Asla git diyemediğim misafirim gibi..

Vicdanıma dokunup nefesimi kesiyor şehrin ışıklarını usulca kapatan bencilliğiyle.. Açıklayamıyorum, ona gelişlerimi, ona kaçışlarımı. Sormasınlar diye konuşmuyorum da zaten çoğu zaman. Kendine benzetiyor her kokusunu çekmeye gidişimde beni, kapkaranlık bencil bir ben olarak dönüyorum evime. Bazen o, ben olup alıp başını gidiyor bazense en gösterişli karanlığıyla kapatıyor önündeki takanın sıcaklığını, yapayalnız bırakıyor beni. Hiçbir ışığın gözlerime renk vermesini istemiyor gibi.

Her gidişimde biraz daha soğuk, geçmişim kadar uzak ve karanlık. Ona bakan gözler sadece bana ait kaldığından beri içime soruyorum bu geminin gizemini ve hep o kahrolası cevabı arıyorum. Cevabımı alana dek gündüzleri esaret ettiğim kırlangıcın mutsuzluğuyla, geceleri ise bu güvenini yitirmiş uykusuz gözlerimle baş başa bırakıyorum onu. 

Uykularımı bile umursamayan bir bencillik, zaferini ilan etmiş yönetiyor beni. Biliyorum, ne zaman yaklaşsa bir taka kıyılarıma, bir kırlangıçmışçasına kullanıyorum onun küçük kalbini. Sadece ona, o gizemli gölgeye ulaşabilmek için. Geçmişe, yanlış sorulara, yanlış cevaplara ve aldanışlara. .

Bilmiyorum, galiba artık kendim için de istemiyorum bu cevabı. O kırlangıcın küskünlüğü üzüyor beni, ve o kırlangıcı düşüne koyup beni aşk sanan bu kalemin sahibinin varlığı da bir o kadar tabii.

Üzülüyorum, çünkü bende karanlığımdan önce çaresizliğimle tanışmıştım.. Çünkü hissedebildiği tek duygu eksiklik olan gölge, bir daha asla aşkı tadamayacak ve kendine kalkan ettiği mutsuzluğu onun vazgeçilmez alışıklığı olarak kalacaktır, biliyorum..


8 Kasım 2015

Herkesin içinde bir Bergerac'ı vardır



İki üç hafta oldu *Cyrano de Bergerac ile tanışalı.. Hani derler ya bir kitap okursun hayatın değişir, bir tiyatro izlersin bambaşka bakmaya başlarsın. İçini görürsün, kendini tanırsın. Çok doğru.. Özellikle de sanatı ruhuna kattığında, ruh özünle sarmaş dolaş olmaya başlarsın ya.. Aşkın bambaşka bir hali döner yüzünü sana. Tatmadığın ve doyumsuzluğu yakaladığın bir duygudur ve kelimelerle anlatılamaz. Tabi her aşk gibi çetrefilli başlar ruhun özüyle başlattığın bu aşk devrimin. Her aşkın başlangıcı gibi önce örüverirsin duvarlarını seni hayran bırakan diğer tarafına. Biraz da burnunun ucundakini keşfedemediğin zaman için seninle olan diğer tarafına söversin usulca. Sonrası, yani benliğinle karanlık ruhunu kaynaştırabildiğin an, düş bahçesinin kapıları aralanır sana, kimsenin anlamadığı gülüşlerin susmak bilmez, rüzgarın sesiyle bile dans edersin. Evet sanat, -yani benim için tiyatro- insana kendi oyununu yazdırır baştan sona, iyi bir izleyiciyse eğer yazdığı oyunun sonu hep giz'de saklı kalır, heyecanını kaybetmeden sürdürür bir ömür boyu.

Ben üç hafta önce farkettim ki herkesin içinde saklı tuttuğu bir Bergerac'ı var aslında. Aynaya her açışında gözlerini, bazen görmezden gelir sinsice, bazense en memnuniyetsiz bakışıyla selamlar onu. İnancının esiri olduğu zamanlarda ise daha bir yakın olmaya çalışır kusuruna. Onun varlığını sindirmeye çalışır ama beceremez. Çünkü yüzeyseldir bakışları, kaçırır gözlerini yansımasından. Dünyanın en çirkin yalanına bile bile kanmak zorunda hissetmekten yorgun hisseder kendini. Çoğunlukla da iç sesiyle iyi olan ilişkileri, saklamaya çalıştığı zayıflığını keşfeden insanlarla karşılaştıkça bozulur, küstürür onu daha bir kendine. Eğer şansı varsa ve sevilmeyi öğrenirse, mucizesine bir adım daha yaklaştırır bu sevgi onu.Yani kendi Bergerac'ını tanımaya başlar. İşte o zaman anlar ki zincirin en zayıf halkasının zincirin varoluşunda kutsal bir görevi vardır aslında..

İnsanın kutsalı, kusurunun kabukları arasındadır çoğu zaman. Yaşamı boyunca kendi kutsalını arar ve kendini farklı kılacak özelliğiyle tanışmak için yıllar boyunca emekler. Çünkü inanır hep, varoluş meselesi istisnasız aynıyken varlığın çözülüşü ve özü farklı farklıdır. Belki bu öz denilen şey aslında bir görevdir, belki de anahtarıdır bir sonraki aşamanın. Nasıl inanmışsa, neye yöneldiyse, o amaca adar kendisini. Bazen burnunun ucunda gizlidir özü, hele bir de kaderi Bergerac gibiyse..

Sahnede Yiğit Sertdemir'in dokunuşuyla canlanan Cyrano De Bergerac'ı izlerken Frida Kahlo aklımın bir köşesinden el sallayıp durdu bana. Nereden çıktı diyecek olursanız, ben ikisi arasında muhteşem bir benzerlik kurdum kafamda. Yıllar önce Frida'nın hikayesiyle tanıştığımda hissettiğim duyguları Bergerac'ı izlerken tazeledim. Hatta ufak bir enselenme duygusu da yaşamadım değil. Frida bende kısa süreli kalıcı kararlar aldırmıştı zamanında. Fakat ben yine sırtımı dönerek kendime, kurallarımı bir güzel ertelemişim. Oyunu izledikten sonra da düşündüm ki benim gibi ayna fobisi olan bir insanın karşısına aynı tarz hikayelerin çıkması tesadüfi değildir. Bu yüzden bu satırları yazıyorumdur belkide. Daha öncede bahsetmişimdir yazarak yüzleşmek bir nevi arınmak olmuştur benim için. Aynaya bakıp küstüğün suratın hakkında biriktirdiklerinden arınmak gibi.. Veya her ne ise işte.. Frida'da böyle arınıyordu, kendini bambaşka resmediyordu, gerçek hissettiği Frida olarak. Onun hikayesini duyduğunuzda mutlaka sorgulamışsınızdır diye düşünüyorum.. - Hangisi Frida? Gördüğüm mü? Frida'nın gösterdiği mi? - Ben her zaman Frida'ya onun gözünden bakmışım şimdiye kadar.. Bergerac'ı da aşkını anlatışıyla, şiirleriyle, nezaketi ve gözünü kararttığı gururuyla hatırlar o güzel burnundan öperim.. "Mesele görünüş değil" gibi basit bir cümleyle anlatmak hoş değil bu derin konuyu ama bu insanların hikayeleri de hiç basit değil işte.

Bergerac kendine hayran bırakan bir yalın bir edebi dile sahip. Tek problemi asla barışamadığı suratını aşkına dönmekte zorlanması. İnsan oyunu izlediğinde kendini buluyor onun bu özelliğinde. Çoğu insan kendini ve duygularını anlatmakta zorluk çekiyor. Çoğu insan da Bergerac gibi yazarak anlatıyor. Bende onlardan biriyim, kendimi yalın bir şekilde anlatma problemi yaşadığım söylenemez. Bazı istisnai durumlar haricinde tabi ki. Kimin yoktur ki hem içten içe kekelediği durumlar? Mutlaka kendi yarattığın o dağın zirvesine ulaşmak uğruna bazı tehlikeleri göze alıyor, kayıp yuvarlanıyor ve gücünü toplayıp yeniden tırmanmaya başlıyorsun. Kimi zamanlarda da -tabi bu içindeki Bergerac'la alakalı olabiliyor- pes ediyor, geri çekiliyor iç huzurum bana yeter diyerek evinin yolunu tutuyorsun. Hani sonu giz'de saklı dediğim durum var ya, tam da bu oluyor. İkisinin de sonucunu kestiremiyorsun. Kendine iyi bir şey mi kötü bir şey mi yaptığını asla bilemiyorsun.

Bir cümle var ya hani, "Kendin ol."... Eğer oldu da yolunuz dünyaya düştüyse bu cümle sizin yazmakla sorumlu olduğunuz ana tez konunuzdur ve hissetmeden bile olsa yazar notunuzu şlap diye yüzünüze alırsınız. İşte tam bu yüzden kafalar hep karışık, yani o konsantrasyonlarımız boşuna bozulmuyor güzel ülkemin sınav sistemi mağdurları.

Sözün özü; yazıyorum yazmasına, arınıyorum da ama ben de hala emekliyorum keşif yolunda. İşaretlere inanıyorum, bir şeyler yardımcı oluyor bizlere bu yüzden derin bakmak lazım karşılaştığımız hikayelere. Tabi benim kadar dümdüz derinlemesine dalmak da akıl karı olmayabilir. Bir Bergerac mektubuna sadık kalıp ömür boyu aynı satırlarda aşkı yaşama potansiyeline sahip olmak da sonu iyi biten oyunlar yazdırmıyor nihayetinde.

Kendinize sadık kaldığınız bir aşk dileğiyle..

*Hercule-Savinien de Cyrano de Bergerac (6 Mart, 1619 – 28 Temmuz, 1655) Paris doğumlu Fransız oyun yazarı ve düellocu.Aynı zamanda yetenekli bir asker ve şair olan Bergerac'ın askerliği babadan gelmektedir.Zira babası Solomon Bergerac orduda albaydı. Bir "libertin"dir yani kiliseyle kralın sanat üzerinde uyguladıkları mutlak monarşiyi (akademiler) reddeder. Hatta bu yüzden kralın casusları tarafından düzenlenen bir suikasta kurban gitmiştir. Bugün çoğunlukla hayat hikâyesinden uyarlanarak yazılmış sanat eserleri ve bu eserlerdeki kurgusal karakterle anılmaktadır. Özellikle Edmond Rostand tarafından yazılmış ve aynı ismi taşıyanCyrano de Bergerac adlı oyun çok ünlenmiştir. Kurgusal karakterlerde genellikle çok büyük bir burna sahip olmakla karakterize edilmiştir.


13 Eylül 2015

Eylül'ün Getirdiği Adam; İyi ki Doğmuşsun

Hayatın mucizesi gibi açtı ela gözlerini bebek. Eylül'ün 19'u gibi sıradan bir günü ışığa boğdu bal rengi bakışları. Pamuktandı teni, pamuğun en mis kokulu haliydi. Sıcacık ve korkusuzdu. Nasıl bir mücadeleye atıldığının farkında olmayan hali bile güçlü gülüşler atıyordu etrafına. Annesinin yüreğine uzanan tüm yolları kördüğüm misali tek bir noktada toplamıştı. Anlamsızlığın labirentinde doğru yolu gösteriyordu gözlerini diktiği her yer. Büyümesin, hep böyle kalsın istiyordu çevresindekiler. Hassastı, doğduğu günden beri nasır tutmamıştı ne teni ne de kalbi. Çok durmadı buralarda, sebep buydu belkide. Utanırdı onu tanıyanlar lekelenmiş hayatlarından. Yaptıkları hatalardan.. Kimbilir..

Güçlü bir adamdı babam. Yazarken ellerim titriyor heybetinden. Hiç tanışmadan, kokusunu içime çekmeden titretiyor doğduğu bu ay bedenimi, hizaya sokuyor sapkın düşüncelerimi. Ses tonunu hatırlamadığınız bir sesin sizinle nasıl konuşabileceğini düşündünüz mü hiç? Bana bizzat yaşatıyor bu koca yürekli adam. Susmuyor hiç, bırakmıyor ellerinden kalbimi. Kendisinin bir türlü başaramadığını, hayatta kalma mücadelesini aşılıyor bana ismi; Ümit ettiriyor bana, her sıkıştığında kalbim, aklım, fikrim.. Fısıldıyor derinden bir yerlerden "Ümitler ölmez. Uyan, ve bir daha ümit diyerek dik gözlerini gökyüzüne kızım.." Her çocuk gibi çıkmıyorum ben de baba sözünden.

Tek prensibi vardı babamın, şeffaflıktı o da. Her ne kadar oturup iki kadeh içip dertleşmişliğimiz yoksa da iyi tanıdım ve hala da tanımaya devam ediyorum onu. Öyle ki son zamanlarda yaşadığı sıkıntıları bembeyaz teninden görünen damarlarından okunuyordu. Ağır geliyordu bazı şeyler, şimdi hatırladıkça anlıyorum onu. Şeffaf olmak zor olmalıydı bu fani dünyada. Acı çekiyordu ve okunuyordu gözlerinden bıkmışlığı. Artık parlamayan gözlerinden...

Zamanla anladığım bir çok şey oldu gidişinden sonra. Nefesi yerine içine çektiği tütünü bile kızından iyi geliyorsa bir babaya, o baba vazgeçmiştir gökyüzünden, Yeşilköy'deki pazar kahvaltılarından ve neşeyle gittiği Bodrum tatillerinden. Ve vazgeçmiş bir baba, adı da Ümit'se eğer; en derininde sakladığı duygu şefkatse; ardında bıraktığı prensesiyle evin direği dediği oğluna güveniyorsa bir de; sessizce terk ederdi umudunu kaybettiği dünyasını. Anlamakta en zorlandığım durumdu bu. Ama hayat işte, anlıyorsun yaşanmışlıkların desteğiyle.

Yazmak istedim, deliler gibi sayfalarca. Zihnimde bir kayganlık var toparlanmıyor cümleler. Silinen ses tonun gibi, başı var sonu yok, noktası virgülü karışmış. Konuşmak isterdim, biraz saçmalamak ve alttan alınmak, o da olanaksız gibi. Kendi kendine konuşmak iyi geliyor işte bazen. Yazanlar iyi bilir.

**

Ümit diyerek tükettiğim yılların her Eylül ayında kutlarım doğum gününü baba. Titreyen kalbimi sunarım sana, hiç veremediğim hediyemin yerine geçmesini dileyerek. Ne zaman görmek istesem seni, çıkarırım derinimden, akıtırım gözyaşlarımı ve bakarım aynadaki gözlere. Benim olan gözler senin oluverir gözyaşlarımla birleşince. En tatlı rengi olur elanın. Bugün de öyle günlerden işte. Seni hissettiğim sen olduğum günlerden. Ya sen olup büyüyorum ya da büyüdükçe daha bir sen oluyorum orası muallak. Bir şey itiraf etmeliyim, büyüdükçe eksik değil tamamlanmış; kaybetmiş değil kazanmış hissediyorum. Nedenini sorma bana, belki de sensiz yıllarımda sen diye bir elimle diğerini tuttuğum içindir. Ya da kendimle bakışıp, içimi görebilmeyi öğrendiğim içindir. Sen bu dünyada bir babanın öğretebileceklerinin içinden en nadide olanını öğrettin kızına. Bu yüzden hiç sitem etmedim, kızmadım veda edişine. Sadece biraz aceleci oldum galiba büyüdükçe. Güzel bakan insanları erken kaybettiğimden midir bilinmez, ne zaman şefkatli bir bakış yakalasam sımsıkı sarılır oldum. Kimine göre doğru kimine göre yanlış. Ne zaman temiz bir bakış yakalasam açıyorum kalbimi sonuna kadar, ağır geliyor kimilerine anlıyorum. Sonrası istisnasız bir enkaz... Fani şeyler işte, bilirsin iyileştiriyor zaman..

Şimdi çok sevdiğin manzaraya bakıyorum balkonumuzdan. Aslında söylemem gerekirse o manzara yok artık.  Koca binayı diktiler önümüze. Olsun, zaten asıl marifet duvarın arkasındakini görebilmekte. Aynadaki seni görmek gibi işte. 15 senenin tecrübesi var, zor olmuyor emin olabilirsin.

Normalde saymam ama bugün yağmurun verdiği bir romantik havayla saydım gidişinin üzerinden geçen yılları. 15 sene olmuş. Hiç umurumda değil. Çünkü benim için önemli değil oyunu ne zaman bıraktığın. Ben her daim senin oyundaki duruşunu hatırlar sarılırım yastığıma. Sonra kalkar göz kırparım sana. Yaşa baba! derim. Yaşa sen, hep böyle kal. Böyle kal ki kalbim eğilsin önünde, avunsun hatırlayamadığım sesinle. Sen hep böyle kal; kal ki dünya utansın önünde, övünsün seninle. Nereye gitsen de, sen hep böyle kal, en saf halinle. Arkanda bıraktığın mücadeleci ruh sana minnettar. Baktığın son bakışla değil doğduğunda attığın ilk bakışla izle bizi. Bir de içme şu mereti artık. Söz verdiğin gibi yap, emeklilik yaşıma geldiğimde bırakacağım demiştin...


Görüşmek üzere Eylül'ün getirdiği adam, iyiki doğmuşsun
Huzur içinde uyu.



2 Ağustos 2015

Neticede Gece uzun; Hayat kısa

31 Temmuz'un dolunayı gibiyim artık. Geceyi maviye boyadığını zanneden aptal sıradan bir insan olduğumu yüzüme vuruyorum bugün. O kirlenmiş odayı görüyor gözlerim, kulağımı tırmalayan kahkahaları duyar gibiyim. Şimdi yan odadan dinliyorum o kıskandığım nameleri. Hakettiğim renklerin hayali öyle ışıldıyor ki gözüme, kör oluyor kalbime ulaştıramıyorum bu güzelliği. Sonra haketmediklerimin önünde saygı duruşu duruyor ve elim mahkum uykuma sırtımı dönüyorum. Çok acıyor içim.. Kilometrelerce uzağımda gömüyor bir çift göz beni duvarların arkasına. Çıkarıyor beni karşındakinin aklından, siliyor gözlerinden, sesini duyarak uykuya daldığım kalbin tekmelerini attırıyor bana. Acıyor, soğudukça daha da acıyor.

Normal normal anlatılıyor bunlar bana. Normal.. Her konuşulan yaşanan o kadar normal ki. Cümlelerin öznesi ile yüklemi yerini sapıtmıyor anlatılırken gerçekler. Normalin sınırını sapıtan ben oluyorum. Utanıyorum.. Utandıkça daha da acıyor şimdi.

Bu utanç benim mi olmalıydı? Şimdi sızlanıyorum hayalime girdikçe tanımadığım bakışlar. Mantığımı da yanına çekmiş beni aşağılıyor, kurtaramıyorum kendimi. Öyle savunmasız ve kapanmış durumdayım ki duruma karşı kim tutmak isterse ellerimden, sabuna sarılıyorum. Kimseden yardım almak istemiyorum. Özellikle de kirlenmişlerden. Çünkü ne zaman tutunmak istesem güvendiğim ellere, bir süre sonra anlıyorum ki kendini temizlemek için sarıyor bedenimi kollarıyla. Bu sıradanlığı kendi geçmişine alet etmek isteyen ne çok insan varsa sayelerinde büyüyorum ben.

Unutmak ve kanmak istiyorum. Bilen bilir asla olmayacak şeyleri isterim.

Hafızama lanet okuyorum bazen, bazense tek yoldaşım diyorum ona. Beni kamçılıyor yüzümü her dönüşümde sana. Acıtıyor canımı ama arkamdan vurmadan, tüm iyi niyetiyle. O yüzden hafızama senden daha çok değer veriyorum artık.

Markete gidiyorum alışveriş yapıyorum, yağmur yağıyor üstüme terime karışıyor, kulaklığım kopuyor en güzel yerinde şarkının sonra da akşam oluyor işte. Gömüldüğüm duvarın içinden ay ışığı dokunuyor tenime, can veriyor kelimelerime. Sesimi kimse duymasa da konuşup duruyorum kendi kendime. Bu yüzden de kimse kusuruma bakmıyor. Biramı döküyorum üstüme, ayağımı burkuyorum yürürken, dilim sürçüyor falan kimse bilinç altı zırvalığıyla dalga geçip beni uğraştırmıyor da. Kafam rahatken renkleri bir solduruyor bir parlatıyorum. Kendimi de anlamıyorum. Anlamaya çalışıyorum ama ne gecenin uzunluğu ne de derin karanlığı yetiyor bana. Neticede diyorum; gece uzun ama hayat çok kısa. Zulamı açıp paylaşacağım kimse yok gözüme kestirdiğim, kendi bulmacamı kendim çözüyorum.  Zaten devir kendi kendine devri. Herkesin zulası kendine özel. Marifet olduğundan değil de zayıf noktalarını saklama isteğinden gelen yalnızlıklar kalabalıklaşıyor git gide. Bir diğer artış gösteren şey ise o edilgen yapmacık tavırların altında kendini gizleyen tatminkar beklentiler.  Tüm o sarılarak uyumalar falan da yalan dolan. Etken bir fiil olan 'sarılmak' çağa ayak uydurmaya çalışan arkadaşlar sayesinde edilgenleşti. Kimin sarıldığı önemli değil yeni kafalarda, sarılma olayı gerçekleşti ya o kişinin kendisine yeterli geliyor. Değişik. Bu eğreti durumsa beni, her akşam kafamın altında bıraktığım yastığımı sabah kollarımın arasında bulmaya teşvik ediyor. Sonuç olarak; huzurluyum.

Anlatırsam herkes her şeyi anlayabilir zaten, bu yüzden anlatmıyorum sadece gevezelik ediyorum. He bir de bu ara sadece teomanın dertlerine verdim kendimi. Derdini hiç böyle harikulade anlatan bi adamla karşılaşmadım ben hayatım boyunca. iyi ki var

***

" soğuksun çünkü kırılgansın diye
düşünmüştüm seni ilk gördüğümde
elinde gitarın, üstünde
gökkuşağı vardı gözlerinde

kör olmuştum ışığından o zaman
yavaş yavaş görüyorum
göze alıp sensizliği şimdi
seni terkediyorum "





20 Temmuz 2015

"O" adam okusun diye


Yine o hiç sevmediğim lanet yumru baş gösterdi. Ne olurdu benim de diğer insanlar gibi boğazım düğümlense ve bu düğüm yerini hafif bir müzikle gözyaşlarına bıraksaydı. Hiç. Nerede tuhaf melankolik tepki varsa benim hüzünlü anlarımda depreşen genlerime denk gelmiş. Hal böyle olunca bir de en derbeder zamanlarımda, şişen mideme bakıp kilo mu aldın sen diye tepki veren insanların devrik bakışlarını sahte gülümseyişimle atlatmaya çalışıyorum. Hayır işte be ! Keşke kilo alsaydım da sızlamasaydı içimdeki bu bir türlü dışarı atamadığım yumru.

Geçenlerde bir dergide okudum, güçlü kadınların mideleri bir türlü doğrulamaz, ömürlerini bu yolla tüketip hayatla vedalaşırlarmış. Güldüm habere. Güçlü kadından bahsediyorsun ve ömrünü ne yolla yediğini anlatıyorsun. Bu ne yaman çelişki. Gerçekten güçlüyse bir kadın,  kendini yemeyecek öyle sinsi sinsi. Kaybolmayacak vurgunun ardından. Bir eli diğer elini bırakıp bağlamayacak kollarını. Midesine de iyi bakacak aklına da.

Sekiz yaşımdan beri güçlü bir kız çocuğu damgasıyla, kendini sinsice yiyen kadınlardan biriyim bende. Amma velakin insanların gördüğü güç, başarılı bir oyunculuktan öteye gidemedi yıllardır. Ne zavallısın derim kendime aynaya bakıp ağlamaya çalışırken. "Ağlamayı bile beceremiyorsun." Kendine atabileceğin en büyük kazığı atıyorsun. Şimdiye dek kimseye yapmadığın iki yüzlülüğü kendine yapıyorsun.

Şu bir türlü sevmediğim pazar gününü kapatırken gevelemeden sadede gelmek istiyorum.

'O' adam okusun  diye yazıyorum bu sefer.

Sadece okusun ve sussun.

Öncesinde olduğu gibi, sadece sus.

Toprağa karışıp gidenler gibi olmadı senin vedan. Öyle bir kayboldun ki her yeri ateş saldı ve ben ortasında kaldım. Kıyamadım ateşe salmaya güzelim anılarımı seninle birlikte. Yana yana düşündüm ve tek çıkış yolu buldum. Fakat bu çıkış kapısından ikimizin sağ çıkması imkansızdı. Bunu sende çok iyi biliyordun, o yüzden tek bir kelime etmeden çizdin yolunu ve son sözü söyleme eylemini üstüme atıp gittin. Kavrulurken ateşten çemberimin içinde, seninleyken tuttuğum nefesimi içimden verdiğim kocaman nefesle birleştirip havaya saldım. Seni havaya bıraktım yani ben. Kıyamadım gömmeye. Bulutlara çıkmak, toprağa karışmak her ne ise bu tercihi sana bıraktım.

Sonra büyük bir sabırla beni sarmalayan ateşin sönmesini bekledim. Kafamı boşalttım, deli şeyler yaptım, e haliyle delirmeye başladım. Delirdikçe güldüm, güldükçe diğer delileri etrafıma topladım. Hiçbirinin kalıcı olmayacağını bile bile ellerimi uzattım onlara, onlarda havada bırakmadılar ellerimi sağolsunlar. Hiç konuşmadım, ya da konuştum ama hepsi ezbere cümlelerdi. Hatta ilk zamanlardaki kekelememi görsen yaptığın şeyden utanırdın. Açamadım içimi karşımdakilere, çünkü öyle değersizleştirdim ki iç sesimi unutacaklardı zaten her bir kelimemi teker teker. Zaten cümlelerimin öznesine bir türlü ısınamamıştı içleri. Sıkmadım, kıyamadım, benimleydiler ve aklımı yerinde tutmaya çalışıyorduk.

Başardık...

Müteşekkirim.

Şimdi gelmemelisin, konuşmamalısın, takip bile etmemelisin beni. Tekrar çıkmamalısın karşıma teklif etmemelisin, teklifi bile korkutur beni anlyor musun? Korkuyorum. Seni gömemedim ki ben havada bıraktım. Zamanla savrulup gidecekken ters rüzgar üstüme yapıştırmasın yine seni. Kalbim daha kaç kere çarpıp, kaç kere durur? Kaç kere inanıp, kaç kere unutabilir? Yok, dayanmaz artık.

Görme beni rastlama bile. Vicdanını rahatlatma, gözlerimdeki ışığım kaldı bir tek onu da alıp gitme benden. Senin vefasızlığını benim aşırı vefa düşkünlüğüm silip gidecek diye sinsice sokulma bana. Biliyorsun, iyi değil senin niyetin. Ne sen huzurun mavisisin artık, ne de ben sana körü körüne kanan güvercinim.

Korkuyorum, sancılarım baş gösterdi yine. Geri dönmeyi istemeyen mesajların bile korkutuyor beni, savunmasız bırakıyor. Benim güçlü olduğuma sadece kazık attığın zamanlarda inandırdın kendini. Şimdi güneşin doğuşuna yakın bir uyku arasında düşün geçmişimizi, bilirsin ya her halimi ^^ hatırlarsın belki gözyaşlarımı.

Anlamsızlıkların içinde boğma beni, yaşamak istiyorum yeni doğmuşken ve iyi insanlara rastlarken hala. Sende sal beni havaya, ne nefretle ne sevgiyle bırak nefesini, kaybolup gideyim nötr bir esintiyle. İz bile kalsın istemiyorum senden bana. Bir tek ayaklarını unutmayacağım bilmek istersen.

Sadece bırak benimle tuttuğun nefesini ve kendinle hesaplaş.

Böyle arafta kalarak;

NASIL BENCİLCE DAVRANDIĞINI ASLA GÖREMEYECEK VE ÖNCE MİDEMİ YİYECEK SONRA ÖMRÜMÜ EN SONUNDA GEÇMİŞİMİ YİYECEKSİN.

Yapma.. Sende sal beni havaya... Altı üstü üç günlük dünya zaten.


19 Temmuz 2015

Madem Hiçsin; Kaybolmayı Öğrenmelisin

önsöz: az yoğunluklu sitem içerir

Tam mutsuz olacağım bir gülme geliyor. Etrafa bakıyorum, dillerinde dertleri, gözlerinde yalnızca kendileriyle bir sürü hiçlik çuvalı. Bu kadar düşer mi insan kendine sorarım. Doksanlarda böyle miydi? Nerede neşeli günler? Dert bencil mi yapıyor insanı? Derdi küçümsemek ne haddime ama kafanı kaldır be insan bir sen misin rüzgara karşı koyamayan. Neler aştım, aştın, aştılar... Kimsenin derdinin defterini tut demiyor sana kimse. Kimsenin kimsesi ol da demiyor. Ama düşme kendi içine bu kadar be insan. Hayatın yükü sensin, hayatın yükü öfken, sinirin, bencilliğin, sessizliğindir. Sessizliğin de bir adabı vardır. Dilin susunca gözüne nefret birikiyor farkında mısın? Zararsın dünyaya. Ziyan düşüncelerin. Etrafındakilere sorumluluğun var be insan. Yüz metre kare alanda bitki olunca da yük oluyorsun sen, özellikle de etrafındakilere. Pencereye uzaklaşıp kendi yarattığın sanalına yaklaştıkça, astral seyahate ilgin arttıkça da yük oluyorsun be insan.

Uyuya mı kaldın sen yine? Yanlış anlamayasın kendini sakın? Duygularını gömmek, duyularını kapatmak, çıkarlarının oyuncağı olmak ne zamandır uykunun masumiyetine denk düşer oldu?

Ne resim var duvarlarında ne söylediklerinin yankısı hissedilir olmuş şu bir türlü sevemediğin hayatta. Ne odağı var gözlerinin ne defterinde anlaşılır bir cümle. Sorsak, ötekiliği savunur sözlerin, o da zihniyetinin aldığı kadar. Bıraksana bu boş lafları, madem hiçsin kaybolmayı öğrenmelisin. Bu kadar göz önünde olup hiçmişçesine yaşayamazsın hayatı. Yüksün sersem, günbegün sorumluluklarından daha ağır bir hal alıyorsun.

Ne yapalım yani şimdi, karşındaki de insan, unutmazsan! Gelecekten mi gelsinler hiçliğini silmek için. Bıraksana, sana sorsak senin yarattığın uzayın bir kademe daha üstü var mıdır?  Madem boğulmak istiyorsun kendi enkazında, bırak ellerimi, ellerimizi. Çünkü yarattığın acı kavramını hiç benimseyemedik biz. Biz ki, eve girdiğinde evini selamlayan, güneşe gülümseyen, şarkılarla yaşayan türdeniz. Sen bizi anlamadın diye kızıyordum ya sana. Artık kızmıyorum. Önce varoluşunun yokuşunu tırman ve çek ağırlığını üzerimizden.

Bencilliğin Riyakar Yüzü

Huzur aramak için konduğum arka bahçemdeyim. Güneşiyle hayata döndüğüm, karanlığından ilham aldığım, pencereleriyle bi türlü anlaşamadığım güzel bahçemdir burası benim. Kendisi sarılmak nedir unuttuğum zamanlarda esintisini sarmaşık yapar dolar boynuma  ve kıpkırmızı gösterir kendini bana en ummadığım zamanlarda. Çünkü bilir ki kırmızı heyecan katar durgun ruhuma. Hal böyle olunca,"hayır" kelimesini kullanmamın en büyük sebebi olur, öldürür gelecek anılarımı. Yine de kızamam, severim burayı tozuyla toprağıyla. Hiç konuşmadan kendini dinletme yetisine hayran kaldığım arka planımdır o benim. En az dolunay kadar bencildir ama sever beni. Hayatta sığınabildiğim şahsına münhasır olan tek varlıktır.

İşte ben yine,

Gariplikler üzerine kafa yorduğum bu gecede, annemin deyişiyle beş karış suratımla, sarılmayı beklerken yaz rüzgarıyla, adi bir riyakarlıkla karşı karşıyayım. Sırtını çevirmiş tüm duvarlar şehrin ışıklarına. Çok matah bir yarına uyanacakmış gibi, yüzleri siyaha çalan pembe hayalleriyle uykuya dalmış erkenden. Ruhları hapsolmuş apartman boşluklarına, parkın en güzel rengine bile ulaşamamışlar. Zaman zaman yine böyle durumlar olduğunda başımı daha bi yukarı diker tüm hırsımla beklerdim ateş böceği taklidi yapan uçakların bencilce süzülüşlerini. Şimdi yine farklı bi teknik geliştirmediğimden (hep tembellikten) iş başa düştü deyip daha yukarı bakıyorum gizli bahçemden.An itibariyle herbiri hiç istifini bozmadan süzülüp gitmekte olan onlarca uçakla başbaşayım(yine yeni yeniden).

Uçağa bakınca ne görür insan ne düşünür desem binlerce cevap verir çok konuşan insanlar. Bende ise tek kelime yaratır bu devasa teknoloji; Gitmek! 

Bana sorarsanız (ki sormazsınız da) şu fani dünyada zıtlığın dibine vurmuş iki eylem var; Gitmek ve Gelmek... Hayatımda kimseye gel demedim, diyemedim ben. (Cesaret mi dedi biri?) Kendimde o lüksü göremedim desem anlar mısınız acaba? Hiç istifini bozmadan giden uçaklara özenen, uzaklaşmayı yaşam tarzı haline getirmiş insanların arasında büyümüşüm, büyüyorum ben. Ne hikmetse onca yaşam tarzı içerisinden bu garip meşhur gitmelerin kalabalığı da benim başıma patlamış. Bir ara sınandığımı falan düşünürdüm de şimdi anlıyorum ki ben el sallamak için gelmişim bu biçimsiz evrene. ( El sallayamadıklarımı katmak bile istemedim.)

Şimdi durup ufak bi fırtına çıkarıyorum bahçemde, kendimi Malefiz falan zannediyorum galiba. Biliyorum ki yarattığım bu fırtına esip dönüp dolaşıp gelip bulacak gidenleri ve gitmek üzere olanları. Böyle zamanlarda hala bir şeylerin yanımda olduğunu hissetmek bile güçlü yapıyor beni, siz arkasına dönüp bakmayanlar bunu bilin istedim. O hiç alışamadığım uçaklara binip giderken bir gün alçalıp konacağınız yeri hiç unutmayın derim. Siz alçalırken, ben burada asansörü olmayan apartmanın sekizinci katından çıkardığım ufak bi esintiyle tüm tozu toprağı üstünüze yapıştırabilir ve kimliğimi gülümseyişimin karakteriyle gizleyebilirim.

Ama yapar mıyım?

Yapmam, yapamam bilirsiniz. Yapamadığım için gittiğinizi de bilirsiniz. Sadece bir haber verseniz, ben burada ateşböceğinden bozma çirkin teknolojiye bakıp nefretlik konuşmalar yapmam ve sivrisineklere yedirmem kendimi. Hem belki el sallarım hatta sarılıp yolcu ederim. Hayaller bulutların üzerinden aşağı iner de yoluma konarlar, henüz gitmiş olan sizlerden sonra, neden olmasın değil mi?

Yani, gidin ama güzel gidin rica ediyorum. Vedalar kapıları duvar yapmasın, duvarlara kapılar açsın.  Siz hoşça gidin ben ise hoşça kalayım. 

Neden bencilliğin riyakar yüzü? Hiç anlamadın ki, bırak başlık anlamsızlığıyla silinip gitsin.




5 Temmuz 2015

Anı yaşamayı benimserken ölenlerden biri

Anı yaşamayı seversin,

geçmişe üzülürken, üstüne saatlerce konuşurken, kıyaslarken, öpemediğin adamın arkasından bakıp iç çekerken..

Anı yaşamayı seversin,


geleceğin risk analizinde boğulurken, yaşını hesaplarken, paranı yastık altı yaparken, elindeki kitabın kaç sayfası kaldığını merak ederken..

Anı yaşamayı seversin sen kıvır,

yalanıyla, ışıltısıyla, hele de uyuşturuyorsa eskiye çalan kafanı ve seni daha genç hissettiriyorsa baktığın gözler...

Anı çok güzel yaşarsın da zaten,

kanmak isterken tüm hücrelerin ve yoldan çıkmak için gerekli olan yeşilliğe ulaşmışsa saatin. Neden olmasın? Bırakırsın kendini güvenli güvensiz. Ne önemi vardır ki güvenin, zaten 25'i 35 yapmıştır yaşanmışlıklar. Hak görürsün kalabalıkta yolunu değiştirmeyi, karanlıktır da zaten.


Anı yaşamak istersin ama,

Kandıramaz seni karşındaki, saflığını al başına çal der gibi iter yine kendinden. Bilmem belki de acır uzaklaşır, belki de günah görür kendine gözlerine bakmayı bile. Bakarken gördüğü şey, kendi alışıklığının çirkinliğidir belkide. Sana dokunmayarak dünyanın en özel ve unutulup gitmeye mahkum olan masalına müdahale etmemiş hisseder kendini. Mutlu da olur kendince. Ve sen kıvır, yine yalnızlığına sadık birinin destansı kurtarış hikayesinin yan rolü olup saat 12 olmadan evine varır, annenin sen yokken özenle düzelttiği kareli nevresimine serilir, üstünden yazılan başka bir kurtarış masalı başlayana kadar ruhunu kapatır zincirin kırılmasını beklersin.


arayan beni masallarda bulsun*


30 Mayıs 2015

Benim Mezarlarımda Ölü Yok

Ve bir musibetten daha sonra, ben ve benden öte yalnızlığımla baş başa verişimin keyfindeyim. ^^

Dolunay sızarken perdenin arasından, sımsıkı olmuş bir düğüm çözülmek için can atar içten içe. Farklı bir boyuta geçmek ister ruh, isyanları başına gelenlere değil de başına geleceklerin askıda kalışınadır artık. Dünyanın en güzel cümlesine ağlamayı durdurmak senin görevin diye çırpar kanatlarını bedenin duvarlarına çarparak. Özgürlük isteği olarak anlamlandırmak sığ kalır böylesine canhıraş bir çırpınışı. İnsanın yeni bir boyuta geçtiğini bilmeden attığı adımların sonucunda karşısına çıkandan daha büyük sürpriz gelmiş midir başına şu hayatta? Hem de en buruk vedaların bile doğruluğuna ikna eden bir sürpriz.

Hoşgeldin be kızım, gözler yollarda kalmıştı. Umut kesilmiş üstüne toprağını atmıştı. Hissettiğin gölgenin nedeni üstüne atılan bu topraktan başka bir şey değildi zaten. Ama geldin ya sonunda, hiç bir şey için geç değil, ne mutlu sana kurtardın kendini senelerin enkazından. Şimdi dön ve bak yukarı doğru kazarak çıktığın toprağa ve son bir selam çak bıraktığın saf tohumuna... Artık ne yapılırsa yapılsın yenilenmeyecek bir şey olduğunu unutmadan, affederek uzaklaş yanından bu güzelliğin şimdi. Ne de olsa en iyi doktorları bile getirsen bir ölüyü diriltmek imkansızdır dimi? 

Mezarlarında hiçbir ölünün olmayışını kutla şimdi, gönlünde baharın büyüsüyle. Ve şiirlere ver kendini, rüzgara kaptır yine saçlarını, renklerle oyala güzel ruhunu. Haketmek değil mesele haketmemek de..  Mesele sadece hayatın farklı boyutlarında farklı nefeslerde olmak durumu. Bu durumun basitliğine zamanla alış kızım.

***
Benim mezarlarımda ölü yok; 
Hep yaşamış olanlar var.. 
Anılarımda bir yer 
Dinmeksizin acıyor
Günbegün
Bundan. 

Güldüğümü görenler 
Bana bakıyor
Görüyorum.. 
Ağlasam geçer
Biliyorum..
Ağlanmıyor. 

***.

Özdemir Asaf

25 Nisan 2015

Kedi, ben, dolunay sarılmıştık; Cumartesiydi


Akşamın sessizliğinde, dalgaların karanlığında huzuru tadarken yazmak istersin deli gibi, işte o zaman anlarsın durduramadığın iç sesinin afilli bir hastalığın en hakiki belirtisi olduğunu. Bir kediyle konuşturursun gözlerini, sevgi dilenmenin çaresizliğini paylaşırsın yeşil bakışlarında. Yakında yavrularına kavuşacak bir kedinin yalnızlığı burkar içini, kendini unutuverir dalarsın kelimelerin içine. Kelimeler zaman tüneli gibidir artık, geleceğin tesellisi geçmişin sahtekarlığını mat ederken seni küçük bir inzivayla alıkoyar. 

Hayatının kağıt kesiği misali acıttığı şu döneminde bambaşka ve sersemce bir umut beslersin damarlarında dolaşan. Olmayacak işlerin, olmayacak aşkların koşuşturması ve zevzekliği yorar seni, hissetmeden usulca. Yatağına uzandığında başlar topuklarında karıncalaşmalar... Deli olduğunu yüzüne vuran topuk ağrıların göz kapaklarına acı acı komutlar gönderir. Tam kurtuldum dediğin anda sinsi birer kemirgen gibi gelir hayallerin rüyalarına. Zor kavuştuğun uykundan uyanmak istemezsin de, ne çare, başlamıştır hayat çarkı senin elinde dönmeye.


Dünü düşünürsün, ne çok yemek yediğini, ne çok güldüğünü, şefkati hissettiren o adamı. Bir şiir bu kadar mı iştah açıcı olur karşında duran gözlerin güzelliğiyle? Kimsenin bilmediği bir gökyüzü yakaladığını sandığın o günü hatırlatır birkaç saniyeliğine de olsa. 

Sonrası zaten hep karanlık hep hayal kırıklığı..

Yirmi üçten sonra zorlaşan nefes alışlarınla koşmaya çabalarken, sayısız dalga vurur kıyılarına ve alıp seni girdabına sürükler. Kaç kez vazgeçersin de, içindeki şeytan tekrar ayağa diker seni, durduramazsın.. "Yirmi üç" değil sanki "yirmi güç" hissedersin yılmadığın her saniyede.

Ne büyük klişelerde boğarsın yarattığın eserini, ne küçük sevdalara pay edersin gönlünü.. Kızarsın da kendine, bir türlü son veremezsin işte. Susmaz kelimeler kafanda, yer bitirir beyin hücrelerini, zamanla vücuduna inerler sonrası hep sıradan işte.. Kedinin burukluğu gibi değildir yani, insansındır nihayetinde.. İnsan olmak mükafatı, seni, çıkmazlı bir labirentin göbeğine bırakıp kaçar.

Hala umudun vardır ya, hayret bir şeydir doğrusu. Elbet olacak umut, doğan güneşle yaşadıkça kalp. Ta ki bedenin ruhunun zamanlamasında kaybolana kadar. Ta ki olmayacak bir mucizenin izine rastlayana kadar, ta ki sonsuzluğu tadana kadar.

Ben bunları karalarken günlerden Cumartesiydi. Hava kıştan, kedi kilodan, ben aşktan  nasibimizi almış oturuyorduk. Kedi pek şefkatli bakıyordu. Anne olacaktı, erken tattı anneliğini gözyaşlarımı izlerken. Hayatımın en duygusal dolunayını tatmıştım, yalnızlığımla insanların umursamazlığı arasında kalmıştım. Yalnızlık lüksünü seçmiştim. Pişman değilim. Tüm mümkansızlıklara karşı kedi, ben ve dolunay dalgaların sesinde sarılmış vaziyette oturduk yaklaşık iki saat boyunca. Umut da bizimle doğan güneşi bekliyordu tabi.  Şimdi, yaratılan en tehlikeli, en soyut dünya içinde yitip gitme zamanıdır, dedikçe içten tekmeliyordu.

29 Mart 2015

Aşil topuğum aşktı

Hadi ama Pazar, bunu atlatabiliriz... Sen, seneler önce deli kanıma sıcaklık katan şarkılarla, gücüne güç katan aslan Pazar'ım benim. Oynadılar senin de saatlerinle, tıpkı benim inceliklerimle oynadıkları gibi. Korkuyor musun güneşini sunmaktan? Haklısın, çünkü bende korkuyorum artık ellerimin akını göstermekten. Hatta ellerime bakmaktan, dokunmaktan ve hatta yazmaktan bile korkuyorum. Dokunduğumun, kokladığımın ertesi gün aslında olmayışıyla nasıl başa çıkacaksam artık işte onu başarmaya çalışıyorum. Bu da gelip geçer mi be Pazar? Şu son günler gibi delicesine, su gibi, izlerini silerek, özümü bana bırakarak gelip geçer mi? 

Şimdi ben neredeyim, hangi kalbin karanlık sularında kayboldum?
Kim bulur artık beni kafamda kaşarlanmış kelimelerin arasında?

İnsan, savunma mekanizmasını her yitirişinde reçetesi hep aynı oluyor. Bu yüzden şimdi bana bir rutin daha lazım ki ayağa kalkayım..  Şimdi bana bir perde daha lazım gözlerime indirip tekdüzeliğin zirvesine çıkayım. Eğer rutinimi yakalayamazsam yeniden ve tutkumu öldüremezsem, çöp kutusunun derinliklerinde yitip giden bir şarap tıpası gibi değersizliğin berbat kokusunda boğulacağım. 

Nasıl uzak kalmış ruh bedenden bu denli? Bir araya gelişleriyle kanıverdim işte. Tüm iyi niyetimle gökyüzünden süzülürken bir anda yere çakıldım, anlayamadım ne olduğunu. Nefes almıyormuşum meğer. Nefesimle bir tutmuşum tutkumu, farkında olmadan. Aşil topuğum aşktı benim, unutmuşum, çok zaman geçmiş üzerinden.. Unuttuğum için çok kızıyorum kendime. Şimdi geçmişin saflığına duvar oluşu ve geleceğe kör bakışları içerisinde bir bilinmeze gidiyor ruhum. Daha iyisi elbet olmayacak, ama en azından baharın kokusunu hissetmek uğruna savaşına devam edecek bu ruh. Ve asla "görüşürüz" demeden bırakmayacak kimseyi...

22 Mart 2015

Yüzleşme

Kırmızı gökyüzünün çiseleyen yağmurlarıyla yüreğinin karanlığı akıp gidiyordu kadının. Etrafında gördüğü koca duvarlar içinde bulunduğu karmaşıklığı bıçak gibi kesiyor ve zihninin aklanmasına yardım ediyordu sanki. Sahi ya ne olmuştu korkularına? Hepsiyle yüzleşiyordu, bütün korkularıyla.. Yalnızlığının aşıladığı o sersem yapışkan korkusuyla,  tutkusuna ket vuran yanlış yapma korkusuyla, kendisi ile yüzleşmesine engel olan kapalı alan korkusuyla, özgürlüğüne küstüren gecenin ıssızlığında kalma korkusuyla. Tüm bu korkularıyla yüzleşirken kendine dışarıdan bakmayı ihmal etmiyordu. Bedeni hareketsiz olabilirdi ama ruhu her açıdan tüm duyusuyla onun hayatına uzanıyordu. Ruhu görüyordu, hissediyordu. Ona bakan bir çift göz çok yanlış anlıyordu kadını, biliyordu. 


Bu, kadının hikayesiydi.
Bir başlangıç hikayesiydi... 
Henüz doğrusunu yanlışını kestiremediği bir hikayeye yeni başlıyordu kadın. 


Bırak artık şu aptal kontrol mekanizmanı arkanda be kadın! Hayat kaçıyor işte görmüyor musun? Kapısını belki de son şansın olacak bir güne açıyordu gece. Gir içeri. Mutlusun işte, en mutsuz olacağın anlarda. Hiçbir şey hissetmene veya hissettiklerine tutulmana gerek yok. Sen suratına bakan insanların gördüğü değilsin. Sen henüz keşfedemediğinsin. Hayatın boyunca izine düştüğün bir türlü yamacına ulaşamadığınsın. Sen, zihnini bulandıran tüm soru işaretlerinin cevabısın. Çok yakınsın kendine. Yeter artık! Bakma aynaya. Bakman gereken başka bir yer var, çok yakınsın. Maviliği aş, çevrendeki duvarlara bak, duvarların ötesindesin, bedensiz bir gerçekliğin izindesin artık kadın. Bu, ne sığ bir özgürlük ne dönülmez bir yanılgı ne de sahte bir yansıma. Sen gerçekliğin en kırmızı halisin.


Artık baş başayız kadın. 
Artık dışarıdan bakıp sırlarını yüzüne vuran değil, 
bizzat sırrın olacağım.


5 Mart 2015

Yazılmayan Hikaye

Daha iyi hissettiren bir günün sonunda kendini karanlığa hapseden ve soyutlayan odasında, yalnızlığıyla iki kat yüzleşen bir kız çocuğunun hiçliği ile tanışması için erken bir vakitti. Çocukluğunda cennetin bahçelerine ulaştıran zihni öyle arafta kalmıştı ki kilometrelerce uzakta tutuyordu varlığını. Zihninin duvarlarına çarpan kelimeler geçen saniyelerle bir olmuş büyük patlamalar meydana getiriyordu. Ne kadar acımasızlardı, her birinin özenle işlenmiş bir anısı vardı oysa ki. Bir soru soruyorlardı sanki oluşturdukları en ince sızıda bile. Hayat yolunda dümdüz gidip tepetaklak bakabilmeyi becerebilen bir insana gülümsemek suç muydu? Olmamalıydı. İnsan hayatta kaç defa kendisini gördüğü gözlere rastlardı? Öfkeleniyordu her sızıda kız çocuğu öfkelendiren bu nereden geldiğini bilmek istemediği sorulardı. Gerçekler için zorluyorlardı ama bir faydası olamazdı artık. Kulağını kapatamadığı tek düşmanıydı son zamanlarda zihni. Bu sefer de kazanamadı diğer seferinde olduğu gibi.

Tutku çok uzaktı artık.. Öyle uzaktı ki, kendisini tutkulaştıramayacak kadar aynalara küstürüyordu kız çocuğunu. Aynalar fobisi değildi, arkasına sığındığı bir yalandan ibaretti. Terk edilmişliği yaşıyordu güneşin altında. Oysa güneşle doğmaz mıydı tüm umutlar? Güneşten beklentisi ona geçirdiği kötü günleri hatırlatıyordu. Lodos ne çok şey götürmüştü kendinden. Yarım kalan nefesinin dışında kalanlar bile gitmişti lodosla. Nefesine katamadığı tüm güzellikleri merak ediyordu. Bilse yarım bırakır mıydı şu güzelim nefesi? Doktorun dediğine göre solumuyordu bile. Son iki üç yıldır onu güldüren en komik cümleydi bu. Bir haklılık gururuyla tüm gün gülümsetti onu. Güzel şeyleri içine çekmemesi hep o beyaz tenli adamın suçuydu. Bembeyaz bir adam kocaman bir bağlanma yetisini yerle bir edip lodosa kaptırmıştı kendisini... Gidişinin ardında bıraktığı “her şeyi” olmak kadar ağır bir acı olamazdı hem de onun sesini bile unutmuşken.

Küçük yaşlarda dünya kadar önemsenmiş ve bolca gülmüş olmalıydı zavallı kız çocuğu. Yoksa en azından karşısına çıkan beklenti dolu tebessümlere kanabilirdi. Çağın gülümseyişlerine, okşayışlarına, dolunayın sahte sarhoşluğuna... 

Herhangi bir rengin içine doğmak da en az muhtaç olmak kadar suç olmalıydı diye düşüyordu. Cezası sadakat olan büyük bir suç. Ömür boyunca ödenmeliydi. Tüm gerçekliği kana kana içmiş yıllar boyunca kız çocuğu. Hikayesini duyan şaşıp kalırdı belki ama kimse sormaya tenezzül etmiyordu. Sormasınlar zaten diye düşünürdü her yola çıktığında gözlerini başıyla aynı hizada tutarak. Dünyaya geldiği rengin çizgilerini çizdiğini sanırdı aşık olduğu şehrin kaldırımlarına. Yol bilmemesi arkasına sığındığı diğer bir yalandı. Belki bir gün dünyanın küçücük kalmış haline bakan biri anlar sanıyordu bıraktığı çizgilerden, neyi aradığını, neyden kaçtığını. Ne kadar yanılıyordu oysa ki... Ne günün birinde birisi çıkıp dünyanın küçüklüğüne inanacak ve uzaktan bakacak ne de bir gün kız çocuğunun adını anımsayan biri kalacak... Sersemliğine doymasın dimi? 

Herkesin fark ettiği kimsenin tanımadığı bu kız çocuğunu yazmak o kadar zor ki. Öyküsünü zamana mekana sığdırmak için en az onun kadar sersem olmalı insan. Belki bir gün tutkusunun rüzgarına kaptırır kendini, aklını başına alır, zihniyle yüzleşir ve kelime orkestrasının şefi olur. Belki de lodosa kaptırır kendini koca yürekli beyaz adamın peşine düşer ve içine doğduğu saydamlığın sahici rüyasına uyanır.

28 Ocak 2015

Sürprizin -panik Hali

Kendime not...

Lütfen doğum günü sürprizi yaparken sakin ol. Yoksa birgün gelecek birinin doğumunu kalbinin en zirvede vuruşuyla kutlayacaksın.

Eminim her insan sevdiği birine doğum günü sürprizi hayal ederken, hazırlıklar yaparken ve bunu gerçekleştirirken büyük keyif alıyordur. Aslında ben de bu insanlardan biriyim. Ama ne yazık ki kalbim sürpriz anında kontrolünü kaybediyor ve sürpriz yapılan kişinin şaşkınlığı ne kadar sürerse kalp atışım zirvede kendini o kadar bekletiyor.

"Caağnım" annemin doğum günü için hazırlandık bugün ailecek. Annem, kutlama yapacağımıza dair umutlarını tam kaybetmişti ki battaniyenin altından çıkıverdik gün yüzüne.. Biraz korkutucu çokça mutluluk verici bir an oldu onun için. Gel gelelim, kadıncağız halimi bildiğinden şaşkınlığını içine hapsetmek zorunda kaldı orası ayrı. Ne oldu şimdi bu sürpriz midir efenim?  Ben buna kalpte önceden tahmin edilen anlık panik atağı diyorum.

***


Sözün özü anneler bir tane, başka yok. 
Vicdanımızın baş mimarıdır onlar. 
Bazen yanıbaşımızdalar bazen kalbimizin en derininde. 
Seslerini hiç duymamış olsak bile kulağımızda beliren bir ses tonu var onların. 
Ve her daim iç sesimizden daha baskın olurlar..

Bu sebeple kalbiniz dayandığı sürece onlara sürpriz yapın derim, çünkü al yanak onlar kadar kimselere yakışmıyor. İmkanınız mı yok? O halde aynaya bakın ve öyle bir gülümseyin ki kalbinize dokunsun.. Bir sıcak sarılmanın verdiği de bu değil mi zaten?

Sevgiler...


25 Aralık 2014

Islak Güvercin Dedi ki


Martıları gören var mı? Biz görüşmeyeli çok oluyor da. En son feribotun gerisinde kalmışlardı. Sevmiyorlar galiba onlar da metropolleri. Bu kadar keyiflerine düşkün olmasalardı olmaz mıydı? Bizim de beyazına hasret kaldığımız anılarımız var. Hafıza yeterli olmuyor bazen kışın ortasında Mayıs'ın kokusunu duymaya. Gelip şu karşı apartmanın çatısına konuverseniz yeterdi aslında. Huzuru tadabilmek için işimi gücümü bırakır gelirdim huzurunuza. Ne yalan söyleyeyim, kış aylarında pek bir pervasız oluyorsunuz. Kim bilir hangi feribotun arkasında kimin simidine ortak oluyorsunuz? Sanki aynı rüzgarın ardında beraber yol alan bizler değilmişiz gibi davranıyorsunuz. Bazen bencil olduğunuzu düşünüp uzaklaşıyorum beyazınızdan. Simidime ortak olanları paylaşamıyorum işte ben. Yok yok, kırılmayın sakın. Kendi kanatlarını nerede unuttuğunu bilmeyen şaşkın bir güvercin kendi kendine konuşuyor işte, üstünüze alınmayın. 

Sahi ya, bizimkiler nerede? Hani şu siyahın en asil tonunu taşıyan, oturduğu yerden kıpırdamayan, sessizliği ile başkalarına dert olan? O da mı unutmuş Mayıs'ı? Hiç inanasım gelmiyor açıkçası. Yağmurda fazla ıslanmış olmalıyım, vücudum her zamankinden ağır çekiyor. Yer çekimiyle aramı sıkı tutuyorum anlayacağınız. Ne de olsa yalnızlık bile çekip gidebiliyor bazen, ama yer çekimi hep yanımda kalıyor. Yıllandıkça daha da bağlanıyoruz sanki. Ama gücüm biraz daha Mayıs alabilmem için yeterli olacak biliyorum ben. Sadece bir şekilde kurumaya başlamam lazım...





22 Aralık 2014

Hayat beklemez (...)

Ben on yaşında falandım, odamın balkonundan vapurlar gözüküyordu. Henüz boyum kısa olduğu için sadece vapurları görebiliyordum. Ancak bir taburenin yardımıyla vapurların üzerinde kıpırdandığı denizin güzelliğine ulaşabiliyordum. Tabureye her çıkışımda, anneme bir gün bu çirkin tabureye ihtiyaç duymayacağımı belirtiyordum. Sanki o zamanlarda da annemin beni asla büyümüş olarak görmeyeceğinin farkındaymışım gibi, bu cümlemi sürekli tekrarlıyordum. Seneler geçerken mahallemize yeni yüzler taşınsın diye binalar yapılmaya başlamıştı. O zamanlar bu duruma çok sinirleniyordum. Bu yer kaldırmaz bu kadar insanı diye söylendiğim oluyordu. Gün geldi o hain binaların biri benim manzaramla arama dikildi durdu. E haliyle büyüyünce şöyle böyle olur hayalim de suya düşüverdi. Benim için tam bir hayal kırıklığıydı. Şimdilerde ise balkonumdan baktığımda boyumun uzamasına rağmen denizi görmek için hala o çirkin tabureden yardım almak zorunda kalıyorum. Zamanın bazı şeylere ilaç olmayışına çok güzel bir örnek olabilir bu yaşadığım. Bir başkasının planı, zamanla olur dediğin hayalini yere düşürüp üstüne basabiliyor bu hayatta. Bazen de tam tersi oluyor. Kontrolünü eline aldığın hayalinin zamanla daha iyiye gittiğini düşünüp yanılabiliyorsun. Aslında onun senin ellerinde çürüdüğünü göremiyorsun. Üstelik onu çürüten ne sensin ne de başkasının planları, onu çürüten senin her altından kalkamadığın sorumluluğunu kolayca üstünden çıkarıp atabildiğin yer "zaman" oluyor. 

Zaman ne bir katil ne de bir hırsız. Zamanın aslında kafamızda olan engellerimiz olduğunu anladığımız zamanlar artık buruşmaya yüz tutmuş ihtiyarlar oluyoruz ne yazık ki. Bunun farkında olsak bile gençken yani zaman hiç geçmiyormuş gibi gelirken bekleyerek vakit kaybediyoruz. Zaman bir katil değil, biz zamanın kör katilleriyiz. Bekleyişimizi birer hediye paketi sanıp onu bir gün açılması üzerine kuruyoruz. Kurduğumuz o sistemin bile belli bir kullanma süresiyle sınırlı olduğunu akıl edemiyoruz. Sonucunda da hüsrana uğrayıp modern depresyonlara giriyoruz.

Hayatta öğrendiğim bir şey varsa, o da mutluluğun kolay elde edilebilen bir şey olmadığıdır. Beklemek hareketsiz bir enerjidir, bedeni ve aklı yormaz, biraz da kaderci bakış açısına hapseder insanı. Bir gün bir şekilde herkes hayatın günü gelince açılmaya kurulu bir hediye paketi olmadığını, bekleyince sonucun mutlu edemeyebileceğini öğrenecek. Acı da olsa.


Evet ne diyodum? He modern depresyon.. Bir bilebilene sorarım şimdi 6 senenizi bekleyerek geçirdiğinizi düşünün ve sonra bunun b.ktan olduğunu fark ettiğinizi. O an hissetmeye başladıklarıyla depresyona alternatif neler yapar insan? Bilebilirseniz cevabı bana da söyleyiniz. 
Gökyüzü mavidir değişmez.


.