Tatil geldi ne yapalım ne edelim dedik.. Önce ne istediğimize karar verdik.. Huzur mu?.. Eğlence mi? Veya ikisinide bulabileceğimiz bir ortak nokta var mıdır ülkemizde? Açıkçası pek bir fikrimiz de yoktu. Tek yaptığımız bavulları tıkabasa doldurmaya başlamak oldu.. Bavulların hazırlığının sıkıcılığı ve yorucu alışverişler sonunda bizi huzur ağırlıklı bir tatil seçeneğine yönlendirdi.. Yine de bir yanımız şu televizyonlarda insanın kanını kaynatan cıvıltılı tatil yerlerinde kalmıştı. Ve aradık taradık.. Ortalarda bir yer bulduk sonunda ! Haydi dedik Güre'ye gidiyoruz. Telefonlar açıldı, çiçekler emanet edildi, güneş losyonumuzu da unutmayalım derkeen.. Evet, sanki Türkiye turu yapacakmışız havalarında elimizde kocaman bir yol haritası.. Haritanın heryeri katlı, sadece Güney kısmına gülümsüyorum mevsimsel yansıma olarak. Neyse efendim evimizden çıktık sonunda ve bavullardan kalan yerlere sığıştık arabamızda. İstanbul'dan çıkarken Avcılar'da yüreğimizin burkulduğunu söylemeden geçemeyeceğim bu arada (bknz. Metrobüs köprüsü rezilliği)
Lezzet Durağımız |
Yol deyince acıkası gelir insanın, yeni mekanlar bulmak ister (bana katılanlar vardır mutlaka) . İşte bizimde neyse ki yol arkadaşımla mekan zevklerimiz ortaktı ve şöyle yeşilimsi, doğal bir ortama sahip en önemlisi de lezzetli yemekleri olan bir yer arayışına girdik. Bu görev copilotundur bilirsiniz ama ben şanslıyım ki tabelasından bile nasıl bir yer olduğunu tahmin eden bir yol arkadaşına sahiptim. Yol üstünde ki lezzet durağımız 2 km öncesinde tabelasını görüp sonrasında misafir olduğumuz Çamlıbel Restaurant oldu. Bu restaurant alabildiğine geniş ve masalar arasında boşlukları fazla olan sakin bir yerdi. Aynı zamanda bizi doyurabildiler ve biz de memnun kaldık onlardan teşekkür ederiz. Dur kalk dur kalk derken yaklaşık 6 saate Çanakkale'deydik. Bir otobüs firmasıyla aynı zamanlama da yani.. Şaşırdığınızı biliyorum. Bu durum bizim de canımızı sıktı ve Altınoluk'a doğru bas gaza durumlarına başladık.
Balkon Manzaramız |
Bu arada biz ara sıra Güre'den ayrılıp hem bazı işlerimizi görmek hem de gezmek için Akçay Altınoluk turladık tabii. Akçay'ın tamamıyla organik satan pazarına uğradık hatta oradan kendimize kovboy şapkaları bile aldık. Öncelikle iki tarafında Güre'ye aynı uzaklıkta olduğunu söyleyeyim ve sonrasında "iyi ki uzaklar bea !" kendi aramızda sık sık tekrarladığımız şiveli tepkiyi sizede ileteyim dedim. Akçay ne olmuş öyle? 5 sene öncesine kadar böyle miydi? Ne ara o kadar genişlemiş ve kendini ışıklarla süslemiş? Yaşlanan kadınların kendilerini incik boncukla süslemesine benzettim seni Akçay, üzdün beni.. "Adım atmanın bile o kadar zor olduğu yerde ne diye tatil yaparsın sen güzel arkadaşım?" dedim içimden Akçay'da ki vatandaşa. Akçay'da sayısal loto bayiisi bile bulamadık o kadar dolu gözükmesine rağmen. Çok büyük bir eksiydi bu bizim için. Küçük bir artıyı dondurmasına, lunaparkındaki suyun üstünde çalışan çarpışan arabalarına ve faytonlarının cıvıltısına verdim.
Altınoluk ve Akçay'dan çok Güre'nin muhteşem özelliklerinden bahsetmek istiyorum sizlere. Tamam İstanbul'a çok uzak bir tatil seçeneği olabilir ama yine de kısa günlü tatillerinizde biraz sabredip yola katlanabilirseniz tatilinizin hakkını verecektir size. Güre, bozulmamış bir doğaya sahip olduğu için öncelikle halkına teşekkürü bir borç bilirim. Güre, dağ ve deniz havasını tek bir yol ile ayırmış sadece o da mecburi tabi ki. Dağ demişken asıl adı Kaz Dağları olan fakat yine özellikleri dolayısıyla farklı isimlendirilmiş bir kaç mekan söylemeliyim ve siz de mutlaka görmelisiniz. Öncelikle insanın gitmese bile televizyondan veya filminden dolayı kulağına aşina olan Hasanboğuldu Göleti ve Sutüven Şelalesi, serin havası ve keşfedilmeye hazır zorlu yokuşuyla ilgi çekici bir yer. Girişinde para alınması saçma gelsede buna deydi diyebilirim. Sonuçta böylesine doğal bir ortamın bozulmaması için insanlar da çalışıyorlar ve haklılar. İçeri girer girmez karşımıza küçük bir pazar çıktı. Burada doğal olan zilyon tane ottan yapılmış yağlar ve çeşit çeşit baharatlar ve tabi ki ürünlerini satan çok mütevazi köy insanı var. Bazıları da bahçesinden toplamış meyvasını önce büyük bir samimiyetle ikramda bulunuyor sonra satışa başlıyor. Onların yerleştiği yerden sola bakınca restaurant çıkıyor karşımıza, burasıda baya hoş bir yer, sanırım tahtadan inşa edilmiş bir yapısı vardı ve hemen Hasanboğuldu Gölet'inin üstüne kurulan köprünün yanındaydı. Durmayıp köprünün üstünden geçtik ve geçerkende gölette ki insanların çığlıkları kulağımızda yankılandı. Bu çığlıkların sebebinin şelaleden akan soğuk suya bağladık ve yolumuza devam ettik. Geçmesi zor olan ve düşme tehlikesi yaşayacağımız tepeciklere çok istesekte gidemedik. Öncelikle köprünün altına yani gölete bir selam vermek için aşağıya indik.
Gölete iniş için çok güzel merdiven yapılmıştı dayanamayıp bir de onun fotoğrafını çektim. İnanın ne televizyon ne fotoğraf makinası hiçbir teknoloji insanı kendine hayran bırakan bu göletin berraklığını size yansıtamaz. Buraya hayran kaldım ve biraz internetten araştırma yaptım. "Sutüven, aslında SU ve TÜVEN kelimelerinin birleşiminden oluşuyormuş. Su, bildiğimiz su. Tüven ise, tüymek (hızla kaçmak, sıvışmak) kelimesinden türeyen, tüyen (kaçan) kelimesinin yöresel kullanılış biçimiymiş. Şelalede de su hızla aşağı aktığı için, zamanında bu şelaleden Tüyen Su anlamında Sutüven olarak bahsedilmeye başlanmış ve bu isim bugünlere ulaşmış." bilgi veren arkadaş çok da güzel anlatmış teşekkür ederim buradan. Kaz Dağları'na bundan önceki uğrayışımızda resmini çektiğim küçük şelalenin daha büyüğüne doğru çıktığımızı hatırlıyorum ama o yol zorlamıştı hepimizi. Merdiven falan yapılmamıştı. Tamamen doğal bir yol bırakılmıştı aşmamız için. Evet sonunda o devasa şelaleyide görmüştüm ama ömrümden ömür gitmişti uçurumun taşlı yolundan yürürken. Bunu pek tavsiye edemeyeceğim özellikle kalp rahatsızlığı ve yükseklik korkusu olanlar için. Hatta yine oraya çıkarken ara ara köylülerin kurduğu tezgahlara rastlamıştık. -Bu arada size güneş yanıklarınız veya 2. derece ya da daha az yanıklarınız için kantaron yağını önermeden edemeyeceğim. Çünkü başımıza gelen kötü bir yanma kazasından sonra oranın güzel insanı bize kantaron yağını tavsiye etti, doktorun 15 gün denize girme haşlanmışsın dediği deriyi 3 günde eski haline getirdi. Buna da doğanın mucizesi diyoruz işte.- Hasanboğuldu'ya akşamüstü veda etmek zorunda kaldık ve kopmaya kıyamadığımız huzur veren evimize geri döndük.
Ertesi gün yine Kazdağları keşfimiz devam etti. Bu sefer Hasanboğuldu'ya yakın olan oranın halkının Aşk Pınarı diye isimlendirdiği müthiş yere gittik. Aynı zamanda oraya "Pınarbaşı" denmekte. Orada zor yokuşlar, uçurumlar yoktu. Öncelikle orman diyebileceğim, hemen gölet tarzı biryerin kenarına kurulmuş çok güzel mekan keşfettik. Ormanın içine sedirler konulmuş ve her müşteriye özel loca şeklinde sunulmuş hoş bir yerdi. Mutfak kullandıklarını görmedim onların işi cızbızdı ve bu da bizim en hoşumuza giden durumdur. Neyse derler ya yediğin içtiğin sana kalsın bize gördüklerini anlat diye bende gördüklerimden devam edeyim ve aynı zamanda da size göstermeye çalışayım.
Locamızda huzur depoladıktan sonra baktık uykumuz gelmeye başladı haydi keşfe dedik ve kalktık, yürüdük, sonunda Aşk Pınarı'na vardık. Evet vardık demek isterdim ama önümüze çıkan yer yer sığ ve buz gibi suyu saymazsak. Ben kendi adıma söyleyeyim aşk pınarının suyu kadar ayaklarımı ağrıtacak derecede suya adımımı atmamıştım. Bütün vücudumu sokmamama rağmen beni diriltti resmen. Bu yüzden Aşk Pınarı'na varamadım. Varabilseydim eğer çok da güzel dileklerim vardı. Bende belki olur diye göletinden su içtim, hala dileğimin gerçekleşmesini bekliyorum, gerçekleşirse sizinle paylaşacağım.
Güre'nin içinden sağlık ocağı aramaya çıktığımız da tanışma şansıı bulduğumuz Kızılkeçili Köyü'nden bahsetmek istiyorum. Şehirli bir insan olarak büyük bir eksiğim fazla köy görmemiş olmamdır. Ama ben Kızılkeçili'nin normal köylerden çok daha farklı bir ortamı olduğunu sezdim. Ortamıyla, insanıyla vb. Bir kere gerçekten misafire açık ve hoşgörülü bir köy halkı vardı. İçine girdiğimizde meyvaları sadece ağaçlarda değil, insanların ellerinde ve bize ikram ederlerken gördük ve bu da onların paylaşımcılığının göstergesiydi. Daha önceki gidişimizden de şunu hatırlıyorum; Kaz Dağlarına çıkarken karşılaştığımız bir amca "Bakın kızım giderken sağda benim tarlam var. Gidin girin neye ihtiyacınız varsa ne canınız çekiyorsa alın, size ikramım olsun" demişti. Ben kimselerin öyle kolay kolay kendisi olmadan tarlama girebilirsiniz dediğine rastlamamıştım. Gerçekten "yürek ve paylaşım" denilen şey o insanlarda var. Bu yüzden de asla yabancılık çekmedik, sağolsunlar.
Bu kısa seyahat notumun sonunu yolumuzu şaşırıp bulduğumuz ve kahvaltımızı ettiğimiz otelden bahsederek getiriyorum. Yine Güre'de fakat biraz tepelerde, Güre'yi ayaklarımızın altında hissedebileceğiniz bir butik otele girme şansı bulduk tesadüfen. Biraz boştu, denize uzaktı, zaten tepede olduğu için arabasız oraya varmak zordu ama kafa dinlemek ve manzaraya doymak için güzel bir mekandı. Pek bizim tarzımız değildi, otantik bir yapısı yoktu ama doğal olanın resmini gösterdiği için yine de gittiğimize pişman etmedi bizi. Ondan da memnun kaldık.
Güre maceramı paylaştığınız teşekkür ederim. Eğer gidip görme şansı yakalarsanız sizin de çok keyif alacağınızdan eminim.
Güre'den bana kalan birkaç an...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Zaman ayırdığınız için teşekkürler.
Yorumlarınızı beklerim.